İnsanoğlu, ekonomik büyüme adına yaptıkları ettikleriyle, yaşadığı evrenin atardamarlarına ne kadar müdahale ettiğinin farkında mı acaba? Ekonomiyi âbâd edelim derken; ekolojinin berbat edildiği, büyük bir titizlikle dikkatlerden uzak mı tutuluyor? Neden lüks binaların arasında yeşile özlem, bitmeden hâlâ devam etmektedir? Sıcakta bir ağaç gölgesi, içimizi ferahlatan bir orman, huzur veren canlıların yuvası neden daha cazip görünmektedir? Şu kadarlık sorularda dahi lüks binaları, betonu- asfaltı, gökdelenleri tercih ederken; diğer yanıyla yeşile özlemin tezadı yaşanmaktadır.
Ekoloji, canlıların kendi çevrelerindeki ilişkilerini incelerken ekonomi, insanların üretim, sermaye ve tüketim ilişkilerini araştırır. Her iki alan da hayatın sürdürülebilirliği için önemlidir ve birbirleriyle iç içe geçmiştir. Yeşil ekonomi gibi kavramlar, ekonomik büyümenin yanı sıra çevresel dengenin korunmasını da hedefler. Dolayısıyla, ekoloji ve ekonomi arasındaki dengeyi sağlamak, hem doğal hem de ekonomik sistemlerin sağlığı için kritik öneme sahiptir. Bu bağlamda, “önce ekoloji” sözü, sürdürülebilir bir gelecek için ekonomiden önce ekolojik dengenin korunmasını ister.
Ancak bu böyle olmamaktadır. Üretim için nehirler, ormanlar, denizler feda edilir. Enerji elde etmek adına hidroelektrik santralleri, rüzgar santralleri ve termik santrallerin oluşturduğu yıkım ortadadır. Madenler için toprağın yağmalanması, zehirli atıkların karıştığı sular, çoraklaşan topraklar… Nereye kadar?
İnsanoğlunun gayrisafi milli hasıla adına verdiği mücadele, gayrisafi mutluluğu yok etmektedir. Çalışmak için yaşayan insanlar haline gelen bir toplum, üretim hırsına kurban edilmektedir. Yaşamak için çalışmak başkadır. Değer katmak, hayatı anlamlandırmak, hayatta özne olmak başkadır. Ancak çalışmak için yaşamak, hayatın telaşında kaybolmak demektir. Daha fazla üretim, daha fazla tüketim adına hayatın avuçların içinden kayıp gitmesidir. Bir gün dönüp geriye bakıldığında geride kalanların mutluluk vermemesidir.
Hayatı bir mücadele haline getiren tüketim alışkanlıkları ve daha fazla harcama sorunsalı, aslında her şeyin ömrümüzden alıp gittikleri ile satın alındığını bizlere unutturmaktadır. Daha fazla tüketmek için daha fazla çalışmak… Haliyle ömrümüzden ömür vermek!
Rahmetli Goc’analarımızın dediği gibi “Gençlikten yaşlılığa can sakla, varlıktan yokluğa mal sakla!” ilkesi işlemiyor. Tolstoy’un “İnsan Ne İle Yaşar” adlı kitabında anlattığı çiftçi Pahom’un ibretlik hikayesini hatırlayınca zengin hayat özlemi, hırslar, daha fazla toprak edinme arzusunun nasıl bir cana mal olduğu da görülecektir.
Bireysel tüketim talebi daha fazla kazancı zorlamakta; daha fazla kazanmak için yapılan girişimler hayatın avuçlarımızdan akıp gitmesine neden olmaktadır.
Beckenbauer, 46 yaşındaki oğlu Stephan’ı amansız bir hastalık sebebiyle kaybetmişti. Kendisi de bu ölümden 50 yıl önce Bayern Münih ile Bundesliga’da futbol kariyerine başlamıştı. İyi oynuyordu. Kısa sürede kariyer basamaklarını tırmanıverdi. O, daha 20’li yaşlarının başında üç çocuk babası idi ama dünyanın megastarı, Dünya Şampiyonu Almanya’nın efsane kaptanı, ve belki de ilk liberosu… Müzik de yaptı, filmlerde de oynadı. Tüm dünyanın gözbebeği olan Beckenbauer sadece ailesinin kahramanı olamadı. Çünkü bütün zamanı antrenman, turnuva ve kamplarda geçiyordu. Oğlunu kaybettiği gün, aslında neyi kaybettiğini, ya da sadece oğlunu kaybetmediğini anlamıştı…
Ülke ekonomileri de böyle… GSYH için neyin kaybedildiği ancak kaybettikten sonra anlaşılmaktadır. Ülkenin hayat tarzına, kültürüne ve felsefesine atılan formatlar, onu bir tüketim toplumu haline getirebilir. Üretmeden tüketmek, borç ile varlığını sürdürmek ağır bedellere sebep olabilir. Bu yüzden vazgeçilenlerin ne olduğuna iyi bakmak gerek!