Hayat

Bilim adına yapılan vahşetler: Tarihteki en korkunç 9 deney!

Tarihin derinliklerinde, bilim adına yapılan bazı deneyler insanlık için büyük ilerlemelere öncülük ederken, diğerleri karanlık ve korkunç anılara sebep oldu. Nazi Almanyası'ndan Japon İmparatorluk Ordusu'na kadar uzanan bu deneyler, insan hakları ihlalleri ve etik skandallarla dolu. Bilimin sınırlarını aşan ve insan hayatına zarar veren bu olaylar, toplumsal travmalara da yol açarak tarihe damgasını vurdu

Abone Ol

Holokost sırasında Auschwitz'de gerçekleşen Nazi deneyleri, insanlık tarihinin en korkunç ve utanç verici olaylarından biridir. Bu deneylerin en ünlü ismi Josef Mengele'dir, bir Nazi doktoru olarak kusursuz bir Aryan ırkı yaratmak amacıyla Yahudi ve Çingene ikizleri üzerinde acımasız deneyler yapmıştır. Mengele'nin deneyleri arasında göz rengi ve cinsiyet değiştirme gibi ameliyatlar da bulunmaktaydı. Naziler, sadece Mengele'nin deneyleriyle sınırlı kalmamış, diğer birçok deney için de esirleri kullanmıştır. Yahudi Sanal Kütüphanesi'ne göre, bazı mahkumlar havacılık deneyleri için aşırı soğuk sıcaklıklara ve düşük basınçlı odalara maruz bırakılmıştır. Sayısız esir deneysel kısırlaştırma prosedürlerine tabi tutulmuş, insanlık dışı muamelelere maruz kalmıştır. Holokost Müzesi'ne göre, Ruth Elias gibi bazı tanıklar, Nazi doktorların kadınların memelerini iple bağlayarak bebeklerinin açlıkla ne kadar süre dayanabileceğini gözlemlediklerini ifade etmiştir. Bu deneyler sonunda çocuklara ölümcül dozlarda morfin enjekte edilmiştir. Deneylerden sorumlu olan bazı doktorlar savaş suçlusu olarak yargılanmıştır, ancak Josef Mengele gibi bazıları kaçarak cezadan kurtulmuştur. Mengele, 1979 yılında Brezilya'da kalp krizi sonucu ölmüştür. Bu korkunç deneylerin izleri hala derinlemesine incelenmekte ve tarihin en karanlık sayfalarından biri olarak hatırlanmaktadır.

Burke ve Hare cinayetleri, İskoçya'nın Edinburgh kentinde, 1828 yılında gerçekleşen ve tarihe West Port cinayetleri olarak geçen olayları anlatıyor. Bu dönemde, anatomi eğitimi için cesetlere olan talep yüksekti ancak yasal olarak sadece idam edilenlerin cesetleri kullanılabiliyordu ve idamların sayısı sınırlıydı. Edinburgh'da yaşayan pansiyon sahibi William Hare ve arkadaşı William Burke, çareyi kendi öldürdükleri insanların cesetlerini satmakta buldular. Cesetleri, o dönemin ünlü doktoru Robert Knox'a tedarik ettiler. Knox, anatomik çalışmaları için bu cesetlere ihtiyaç duyuyordu ve Burke ile Hare, cinayet işleyerek bu ihtiyacı karşılamaya çalıştılar. Ancak cinayetler ortaya çıktığında, sadece William Burke idam edildi. William Hare ise şehri terk etti ve sonrasında karısı ve çocuğuyla başka bir yerde görüldüğü söylentiler arasında yer aldı. Olaylar büyük infial yarattı ve halk, özellikle Robert Knox'a büyük öfke duydu. Knox'un evine taşlarla saldırıldı ancak askerlerin müdahalesiyle kurtuldu. Knox, daha sonra Londra'da bir hastanede çalışmalarına devam etti. Burke ve Hare cinayetleri, tıbbi etik ve yasal düzenlemeler üzerine derin tartışmalara yol açtı ve tıbbi araştırmalar için insan hayatının nasıl ihmal edilebileceğinin acı bir örneği olarak hatırlanmaktadır.

12 Temmuz 1961 tarihinde, bekar ve genç bir anne dördüzleri dünyaya getirdi. Ancak dördüncü bebek doğum sırasında hayatını kaybetti. Sağlıklı olarak dünyaya gelen üçüz bebekler ise New York'taki Louise Wise Evlatlık Edinme Merkezi tarafından farklı ailelere evlatlık verildi. Evlatlık işlemleri, psikiyatrist Dr. Peter Neubauer'in denetimi altında gerçekleşti. Üçüzlerin evlatlık verildiği ailelerin rastgele seçilmediği, her birinin çocuk yetiştirme tarzı ve sosyoekonomik durumlarının birbirinden farklı olduğu ortaya çıktı. Bu üç ailenin, birbirinden ayrılmış üçüz kardeşleri evlatlık edinmiş olmaları da bilinçli bir şekilde düzenlenmişti. Dr. Neubauer'in liderliğindeki klinik psikologlar, bu durumu bilinçli bir deney için kullanmış ve aynı tek yumurta üçüzlerini farklı ailelere yerleştirmişlerdi. Ancak deneyin gerçek yüzü 1980 yılında ortaya çıktı; üçüzlerden biri olan David Kellman, tesadüfen diğer üçüz kardeşiyle tanıştı. Bu buluşma, üçüzlerin hayatlarında derin izler bıraktı. David Kellman, bu durumu "20 yıl birlikte olabilirdik, bunu elimizden aldılar" şeklinde ifade etti. Kardeşi Edward Galland ise 1995 yılında New Jersey'deki evinde intihar etti. Neubauer'in bu gizli deneyden ne öğrendiği ve deneyin sonuçları hakkında bilinenler çok sınırlı. Deneyin bulguları, Yale Üniversitesi'ndeki bir arşivde gizli tutulmakta ve 2066 yılına kadar erişime kapatılmış durumda. Bu trajik ve tartışmalı deney, 2018 yapımı "Üç Tanıdık Yabancı" adlı belgesel filmine konu oldu. Yönetmen Tim Wardle, üçüzlerin yaşamlarını ve bu dramatik deneyimi izleyicilere aktardı.

Modern jinekolojinin öncülerinden kabul edilen ABD'li doktor J. Marion Sims, 19. yüzyılda köle kadınlar üzerinde yaptığı deneysel cerrahi işlemlerle tanınmıştır. Sims'in en bilinen başarısı, vezikovajinal fistül (vajina ve mesane arasında yırtık) onarımı için geliştirdiği cerrahi tekniktir. Ancak Sims'in bu deneyleri yaparken kadınlara anestezi vermemesi büyük eleştirilere yol açmıştır. O dönemde anestezi henüz yeni yeni kullanılmaya başlanmışken, Sims'in operasyonları "çok da acı verici olmadığına" inandığı belirtilmiştir. Sims'in köleleri bu deneyler için kullanması ve onlara insani olmayan muamelede bulunması, uzun süredir eleştirilerin hedefi olmuştur. 2018 yılında Sims'in bir heykeli, ırkçılık karşıtlarının protestolarına neden olmuş ve sonrasında kaldırılmıştır. Sims'in yaşamı ve çalışmaları, tıbbi etik ve ırkçılık tarihi üzerine derin düşündürücü soruları beraberinde getirmiştir.

Tuskegee frengi deneyleri, tıbbi etik tartışmaların en çarpıcı örneklerinden biri olarak tarihe geçmiştir. 1932 ile 1972 yılları arasında ABD'nin Alabama eyaletinde Tuskegee bölgesinde gerçekleştirilen bu deneyler, frengi hastalığının doğal seyrini anlamak amacıyla yapılmıştır. Deneye katılanlar, bölgede mevsimlik tarım işçisi olarak çalışan siyah erkeklerdi. Bu erkeklerden 399'u frengiye yakalanmıştı ve deney boyunca hastalığın ilerlemesi gözlemlendi. Döneminde penisilin adı verilen antibiyotik frengi tedavisinde kullanılmaya başlamış olmasına rağmen, deney katılımcıları bu tedaviden hiçbir şekilde faydalanmadı. Bunun yerine, hastalığın doğal seyri izlenmeye devam edildi ve deneyler sürdürüldü. Deney süresince katılımcılardan 28'i deneyler sona ermeden hayatını kaybetti ve birçoğu deney sırasında ortaya çıkan komplikasyonlar nedeniyle yaşamını yitirdi. Deneylere katılanların eşlerinden 40'ı da frengiye yakalandı ve katılımcıların çocuklarından 19'u frengili doğdu. Tuskegee frengi deneyleri, katılımcıların temel insan haklarını ihlal eden, etik dışı ve trajik sonuçları olan bir tıbbi deney olarak kabul edilir. Bu olay, tıbbi araştırmaların etik kurallara uygun olarak yapılmasının önemini vurgulayan bir ders olarak tarihe geçmiştir.

1939'da Iowa Üniversitesi'nden araştırmacılar, kekemeliğin öğrenilmiş bir davranış olduğunu kanıtlamak amacıyla bir deney yapma kararı aldılar. Deneye göre, çocuklara gelecekte kekeme olacakları söylendi ve bu nedenle konuşmaktan kaçınmaları gerektiği vurgulandı. Araştırmacılar, çocukların bu uyarıyı duyduktan sonra gerçekten kekeme olacaklarına inanmıştı. Ancak deney, kekemeliğe neden olmadı. Bunun yerine, sağlıklı çocuklar üzerinde olumsuz psikolojik etkileri oldu. Çocuklara kekemelik belirtileri gösterdikleri anlatıldı ve doğru konuşacaklarından emin olmadıkça konuşmamaları öğütleniyordu. Bu durum, deney mağduru çocukları kaygılı, içine kapanık ve sessiz bireyler haline getirdi. 2003 yılında Iowa öğrencileri, bu deneyleri "canavar çalışma" olarak adlandırdılar. Üniversite, 2007 yılında deney mağdurlarına yönelik tazminat ödemek zorunda kaldı. Bu deney, psikolojik ve etik açıdan ciddi tartışmalara yol açmış ve benzeri deneylerin etik sınırlarını sorgulamıştır. Canavar çalışma olarak adlandırılan bu deney, bilimde yapılan yanlış yönlendirmelerin ve insanların hayatlarını nasıl etkileyebileceğinin acı bir hatırlatıcısı olmuştur.

Japon İmparatorluk Ordusu'nun 1930'lar ve 1940'lar boyunca yaptığı biyolojik savaş deneyleri ve tıbbi deneyler, insanlık tarihinin en karanlık ve utanç verici olaylarından birini oluşturur. Bu deneylerin merkezinde yer alan 731. Birim, General Shiro Ishii tarafından yönetilmiş ve acımasızca uygulamalar içermiştir. Bu birimde yapılan deneylerde kaç kişinin hayatını kaybettiği tam olarak bilinmemektedir; ancak bazı tahminlere göre bu sayı 200 bin kadar olabilir. Deneyler sırasında savaş alanlarında kullanılmak üzere çeşitli hastalıklar üzerinde detaylı araştırmalar yapılmıştır. Bunlar arasında veba, şarbon, dizanteri, tifo, paratifo ve kolera gibi hastalıklar bulunmaktadır. 731. Birim, örneğin kolera ve tifo bakterilerinin kuyulara bulaştırılması gibi yöntemlerle Çin şehirlerine saldırılar düzenlemiş ve vebalı pirelerin yayılmasına yol açmıştır. Birimde görev yapmış eski üyeler, medya kuruluşlarına verdikleri beyanatlarda mahkumlara zehirli gazlar verildiğini ve bazı deney kurbanlarının gözlerinin çıkana kadar basınç odalarına kapatıldığını ifade etmişlerdir. Ayrıca, ABD hükümetinin Japonya ile soğuk savaş döneminde ittifak kurmak amacıyla bu deneylerin gizli tutulmasına yardımcı olduğu iddia edilmektedir. Birim'in faaliyetleri, savaş sırasında işlenen insanlık suçlarının en dehşet verici örneklerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Bu korkunç deneylerin izleri hala derinlemesine araştırılmakta ve hatırlanmaktadır.

Stanford Hapishane Deneyi, insan psikolojisini derinlemesine anlamak için yapılan ve etik tartışmalara yol açan önemli bir deney olarak bilinir. 1971 yılında Stanford Üniversitesi'nde psikoloji profesörü Philip Zimbardo tarafından yönetilen bu deney, "İyi insanları kötü durumlara soktuğunuzda ne olur?" sorusunu cevaplamayı amaçlıyordu. Deneyde, 70 kişi arasından seçilen 24 lisans öğrencisi, gardiyan ve mahkum rollerini oynamak üzere Stanford psikoloji binasının bodrum katında kurulan bir hapishaneye yerleştirildi. Deneyin başlangıcında öğrencilerin rollerine hızla adapte oldukları gözlendi. Ancak zamanla deney, öngörülen sınırların ötesine geçerek tehlikeli ve psikolojik açıdan zarar verici bir hal aldı. Mahkum olarak seçilen öğrenciler duygusal travmalar yaşarken, gardiyanların üçte biri "gerçek" sadistik eğilimler sergilemeye başladı. Deneyin başında bazı mahkumların çıkarılması gerekti ve Zimbardo, herkesin rolüne çok fazla kaptırdığından emin olduktan sonra deneyi 6 gün sürenin sonunda sonlandırdı. Stanford Hapishane Deneyi, daha sonra birçok filme konu oldu. Bunlar arasında 2001 Almanya yapımı "Deney (Das Experiment)" ve 2015 Amerika yapımı "Stanford Hapishane Deneyi (The Stanford Prison Experiment)" öne çıkmaktadır. Bu deney, insan davranışlarının ve toplumsal yapıların altında yatan derin dinamikleri anlamak için önemli bir kılavuz ve etik sınırların ne kadar önemli olduğunu gösteren çarpıcı bir örnektir.

Guatemala ve Tuskegee frengi deneyleri, tıbbi etik tartışmaların merkezinde yer alan karanlık ve utanç verici olaylardır. ABD'nin Guatemala bölgesinde 1946 ile 1948 yılları arasında gerçekleştirilen deneyler, frengi ve diğer cinsel yolla bulaşan hastalıkların tedavi yöntemlerini keşfetmeyi amaçlıyordu. Ancak bu deneylerde izin alınmadan askerlere, mahkumlara ve akıl hastalarına hastalıklar bulaştırıldı. Yaklaşık 1500 Guatemalalı, bu deneylerden etkilendi. Deneylerin sonuçları hiçbir zaman kamuoyuyla paylaşılmadı ve ilerleyen yıllarda ABD yetkilileri Guatemala halkından özür diledi. Benzer şekilde, Tuskegee bölgesinde 1932 ile 1972 yılları arasında yürütülen frengi deneyleri de büyük bir skandala yol açtı. Bu deneylerde, mevsimlik tarım işçisi olarak çalışan siyah erkeklerden oluşan 399 katılımcı, frenginin doğal seyrini incelemek için izlendi. O dönemde penisilin frengi tedavisinde kullanılmaya başlanmış olmasına rağmen, deneye katılanlar tedavi edilmedi ve araştırmalar devam ettirildi. Deneyler sonucunda katılımcılardan bir kısmı hayatını kaybetti ve birçok komplikasyon meydana geldi. Deneklerin eşleri ve çocukları da frengiye yakalanarak etkilendi. Her iki deney de tıbbi etik kurallarını ciddi şekilde ihlal etmiş, katılımcıların haklarını hiçe saymış ve büyük acılara yol açmıştır. Bu olaylar, tıp tarihinde kara bir leke olarak kalmaya devam etmektedir.