Uzun yıllardır takip ettiğim radyo kanalında akşamın bir saati Nihat ile Sivrisinek yine farklı konulardan konuşuyorlardı. Dinleyicilerin yolladığı mesajları okuyan sunucu, birkaç kelime ve o kelimelerin anlamlarından bahsetti. Sağ sinyali yakıp hızlanmak için hareket almaya hazırlanırken konu dikkatimi çekti ve arabayı biraz daha yavaş kullanmaya karar verdim. Sinyali kapattım. Ne de olsa araba kullanırken radyo dinlemeyi seviyordum. Hele de sevdiğim bir şarkı ya da program varsa.  Türk dili ve edebiyatı öğretmeni tarafından mesaj ile gönderilen farklı kelimelerin kökenlerinin nereden geldiği anlatılıyordu. Karı- koca gibi, güvey gibi, gelin gibi… 

Yazılarımı okuyanlar yâ da beni biraz tanıyanlar bilirler. Etimolojiyi severim. Kelimelerin bebekliği olarak gördüğüm etimoloji beni hep Farsça’ya hayran bıraktırmıştır. Şiirin edebiyatın, yazın kültürünün temelinin Farsça ile atıldığını,  en iyi eserlerin bu dilden çıktığını düşünmüşümdür.  Taa ki bugün, bu programda Çağatayca ile karşılaşıncaya kadar. Onca yıl Türkçe dersi görüp sadece Ural Altay ve Hint dillerini öğrenmiş olmanın utancı ile eve gelince biraz araştırma yapmaya karar verdim. 15. yy’da Ali Şir Nevai tarafından kaleme alınan Muhakemet’ül Lugateyn (İki dilin karşılaştırılması) kitabı çıktı karşıma. Sınavlara hazırlanırken duymuş olduğum kitabın ismine aşinaydım ama içeriğine hayır. Tıpkı insanların şeklini bilip, onları tanımamak gibi bir şeydi. Kitap, dilbilimci Ali Şir Nevai tarafından Farsça ve Çağatayca olarak kaleme alınmıştı. Farsça ve Çağatayca karşılaştırılmış, muhakeme edilmiş Nevai tarafından Çağatayca dilinin Farsça’ya göre üstünlüğü ortaya çıkartılmaya çalışılmıştı. Nevai,   Farsçanın resmi dil olduğu dönemde Türkçenin daha zengin bir edebi dil olduğunu savunmuş ve kanıtlamaya çalışmıştı. Kendisi aynı zamanda sadece Çağatay Türkçesinin değil bütün Türk edebiyatının en önemli şahsiyetidir. Bir anda yanlış insana duyulan aşk gibi değerini yitirmeye başladı Farsçaya olan hayranlığım. Yanılmıştım…

Edebiyat yönünden zengin olan Çağatayca vakti zamanında İran’dan Orta Asya’ya, Hindistan’a kadar yayılmış ve Fatih Sultan Mehmet’in de konuşabildiği diller arasındaymış. Ve hatta Timurlar döneminden 19. yy'a kadar tüm Orta Asya'nın ortak yazı dili Çağatayca’ymış. 

Çağatayca ile yazılanlara Türki, Türki til veya Türkçe til demişler. Bir o kadar tanıdık, bir o kadar yabancı… Utandım!

Türkçe’nin günümüzde hızla yozlaşmasını düşünürsek aslında durum yüzyıllardır vahimmiş. 

"Rastgele" kelimesinin yerine; random , “Heyecanlandık" yerine;  hypelandık gibi saçma İngilizce kelimelerin dilimizi ne kadar işgal ettiği düşünüldüğünde “Naber la chaggadah.” diye gülümsedim içimden. 

Türkçe’nin zenginliğini anlatmak için ördek kelimesini örnekleyen Nevai; “Çağatayca’da ördeği anlatan dokuz kelime varken Farsça’ da sadece bir tanedir.” der. Bu ve bunun gibi birçok örnek ile bir nevi Çağatayca’nın Farsça’ya olan üstünlüğünü ispatlar, ayrıca dönemin edebiyatçılarını özenti bir şekilde kendi dillerinden uzaklaşarak Farsça yazdıkları için de eleştirir. 

Nevai; “… Fars dili yüksek ve derin konuları anlatmada yetersizdir. Çünkü Türkçe’nin oluşumunda ve konularında pek çok incelik, özgünlük vardır. İnce farklar, en uçucu kavramlar için bile kelimeler yaratılmıştır ki, bilgili kimseler tarafından açıklanmazsa kolay anlaşılamaz.”  der ve Farsça’ya özenenleri şu şekilde eleştirir; “… Türkün bilgisiz ve zavallı gençleri, güzel sanarak, Farsça şiirler söylemeğe özeniyorlar. İyi ve etraflı düşünseler, Türkçede bu kadar genişlikler, incelikler, derinlikler ve zenginlikler durup dururken, bu dilde şiir söylemenin ve sanat göstermenin daha kolay, şiirlerinin daha beğenilir olacağını anlarlar.”

Kitap sadece Türk dilbilimi üzerine değil aynı zamanda siyasal, sosyal ve ekonomik yaşantısı ile ilgili önemli bilgiler vermektedir. Muhâkemet'ül-Lugateyn Türkçe dilinin önem kazanması için gerçekten etkili olmuş ve Ali Şîr Nevâî'den sonra Türk diline rağbet artmış; özellikle şiir, büyük gelişme göstermiştir. Umarım yine aynısı olur ve kendi dilimize olan rağbet artar ve hak ettiği değeri görür.

Nasıl oldu da bunca yıllık eğitim hayatımda öz dilimi anlatan bu esere bu kadar yabancı kalabildim bilmiyorum.  Belki benim, belki de sistemin eksikliği.

Ali Şir Nevai daha 15 yaşındayken kendini şair olarak tanıtabilmiş birisidir. Başlarda Farsça şiirler yazsa da Türkçe’nin daha zengin bir dil olduğunu fark edip Türkçe eserler vermeye başlamıştır. O da benim gibi sonradan gerçekleri fark edenlerdenmiş.

Yanlış bildiğim gerçekler beni yanlış şeye hayran olmaya yönlendirmişti.” Geç olsun güç olmasın” diyerek öğrendiğim gerçeklerle mutluyum. Yanlış bir hayale kapılmış olmanın, bu hayal sonrası çıktığım yeni yolculuğun tadını çıkartacağım. Tıpkı Ali Şir Nevai’nin dediği gibi; “Söz bir incidir ki onun denizi gönüldür ve gönül bütün anlamları kendisinde toplar.”   Anlamda kendimizde, deniz de.

Neden mi Türkçe? 

Yazılmış en iyi dizelere birkaç örnek sizlere;

"Aşkım da değişebilir gerçeklerim de" Turgut Uyar

"Yarısı yenmiş bir elmaydık bana sorarsan. İkimizdik, iki kişi değildik" Edip Cansever

"Perişan halin oldum sormadın hal-i perişanım. Gamından derde düştüm kılmadın tedbir-i dermanım” Fuzuli

“Sorma ıhlamurlar ne zaman çiçek açar. Beni güneşin ortasına atsalar da. Yanarım, pişerim, gelirim sana;  - Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.” Bahaeddin Karakoç

Veee vesaire… Ylz