Son günlerde Türkiye'de yaşanan, İkbal, Narin ve Sıla'nın öldürülmesi, kadın cinayetlerinin ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ne denli derin bir yara olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Bu olaylar, aslında birer istisna değil, sistematik bir sorunun parçası. Kadınlar her gün şiddet, istismar ve ayrımcılık ile yüzleşiyor, ama neredeyse her seferinde bu durum toplumun vicdanını sızlatacak şekilde, "yine bir kadına şiddet" şeklinde geçiştiriliyor. İkbal, Narin ve Sıla'nın isimlerini anarken, onların sadece "kadın" olduğu için öldürüldüğünü unutmamamız gerekiyor. Bu üç kadının, çocuğun hayatını kaybetmesi, Türkiye'de kadına yönelik şiddetin ne kadar yaygın ve normalleşmiş bir durum haline geldiğinin bir simgesi. Olaylar, gazetelerde birkaç satırla geçiştiriliyor, sosyal medya paylaşımlarında kısa bir "rahmet" dileğiyle kapatılıyor, ama bu kadına yönelik şiddetin sonlanmasına yönelik bir adım atılmıyor. Kadınların yaşadığı şiddet, sadece bireysel bir mesele değil, toplumsal bir mesele.
Türkiye’de yıllardır kadın cinayetleri artarak devam ediyor. Bu olaylar, sistematik eşitsizliğin, kültürel ve toplumsal yapıların kadınları "korunmaya muhtaç" varlıklar olarak görme biçiminin bir sonucu. Kadınların kendilerini her an güvende hissetmeleri için mücadele etmesi, sesini yükseltmesi, cesur olması gerekiyor; ama bir kadının cesur olma hakkı, neden hayatını tehlikeye atma noktasına gelsin? Kadına yönelik şiddet, aslında cinsiyet temelli bir ayrımcılığın tezahürüdür. Kadınlar, geçmişte olduğu gibi günümüzde de çok basit bir nedenle öldürülüyor: "Kadın olduğu için". Oysa bir kadının kimliği, onun varoluşunu, özgürlüğünü, seçimlerini kısıtlayan bir faktör olmamalı. Kadınlar, kendilerini ifade etme, kararlarını alma hakkına sahip olmalı.
Kadına ve çocuklara yönelik şiddet
Kadına yönelik şiddet, aslında bir bütün olarak toplumun şiddete ne kadar meyilli olduğunun göstergesidir. Ama burada en büyük tehlike, şiddetin çocuklara da sirayet etmesi. Şiddet, sadece bir kadının ya da bir çocuğun hayatını karartmakla kalmaz, toplumsal yapının da temeline dinamit koyar. Bir çocuğun ailesinde şiddet görmesi, onu da şiddet döngüsünün bir parçası haline getirir. Oysa çocuk, şiddeti değil, sevgiyi, güveni hak eder. Kadına yönelik şiddet ile mücadelede “Kadınların yaşama hakkı var” demek bile bir şey ifade etmiyor, çünkü bu, aslında hiç de bir norm gibi görülmüyor. Şiddet, yıllardır göz yumulmuş, karşısında hükümetler dahi sessiz kalmışken, bir kadının öldürülmesi basitçe “bunu kabullenmek” anlamına geliyor. Bu noktada sorulması gereken soru şu: Ne zaman değişecek? Ne zaman toplumsal cinsiyet eşitsizliği, kadınların şiddetten ve istismardan korunabilmesi için gerçek adımlar atılacak? Kadına yönelik şiddeti durdurmak için kocaman yasalar yeterli değil. Bunu bir zihniyet meselesi olarak ele almak gerekiyor. Bu zihniyetin değişmesi için, çocuklardan başlayarak, okullarda, sosyal medyada, evde, her yerde kadına ve çocuğa şiddeti tasvir eden anlayışların kökünden kazınması gerekiyor.
Şiddet, sonrasında yaşamları karartmanın ötesinde, toplumun tüm moral yapısını çökertiyor. Artık bir kadın öldürülüp, ardından yalnızca kınanarak veya “başına gelmiş” gibi söylenerek geçiştirilen haberler görmek istemiyoruz. Sosyal medyada gösterdiğimiz tepkilerin, aslında hükümetten ve adalet sisteminden talep ettiklerimizle örtüşmesi gerekiyor. Kadınların haklarını koruyan bir sistem, bir gerçeklik haline gelmeli. Ve son olarak, İkbal, Narin ve Sıla'nın hayatlarına duyduğumuz saygının, onların arkasından sadece konuşmakla kalmayıp, bu cinayetlere karşı toplumsal bir duruş sergilemekle gerçek bir anlam bulabileceğini unutmamalıyız. “Şiddeti durdurmanın tek yolu, ona karşı çıkarak hep birlikte dur demek.”