Sinemaya gitmek, bundan çok değil birkaç sene öncesine kadar sosyalleşme için önemli bir aktivite olarak hayatımızın içindeydi. Bugüne geldiğimizde salonların bomboş hali gerçekten içler acısı. Küçük bir yerde büyümüş biri olarak, yaşadığım yerde sinema olmaması beni üzen bir şeydi. Çünkü bir insanın zihninde canlanan ve bunu somut olarak görebildiğimiz hikayeleri, kocaman bir ekrandan birçok insanla birlikte izleme ve hikayenin içerdiği duyguları aynı anda birçok insanla beraber hissedebilme olayı, benim için çok ilgi çekici bir şeydi. Bu ilgim hala devam ediyor olsa da sinemaların kaliteli filmler getirememesi, getirse bile bilet fiyatlarının dudak uçuklatan rakamlara ulaşması can sıkıcı bir detay olarak karşımıza çıkıyor. Dijital platformların rahatlığını ve belki de yapımcıya kazandırdıklarını bir kenara koyarsak, bu durumun bir an önce düzelmesini ve beyaz perdede güzel içeriklere kavuşmayı bekliyorum. 
Bu konuya değinmemin sebebi ise, son dönemde özellikle ülkemizin gurur kaynağı olan Nuri Bilge Ceylan’ın yine bir başyapıt olarak görülen ‘Kuru Otlar Üzerine’ filminin vizyon tarihinin yaklaşması. Merve Dizdar’ın güçlü bir kadın olarak parladığı filmi elbette birçok kişi gibi merakla beklemekteyim. 12 Temmuz’da sinemalarda görüşelim. Bu konuya değinmemin bir sebebi buydu. Diğer bir sebebi ise bu yazın, biraz da olsa sinema sektörü açısından güzel geçeceğini öngördüğüm iki önemli filmi hakkında biraz konuşmak istemem. Bu filmlerden biri, sosyal medyada oldukça fazla konuşulan, üzerine Instagram filtreleri yapılmış, şakalarla platformların doldurulduğu ‘Barbie’ filmi..
Bu film o kadar uzun zamandır her sektörde reklamı yapılmaya çalışılan bir yapıt oldu ki, meraklanmamak elde değil. Başrol oyuncuları Margot Robbie ve Ryan Gosling’in popülerliği ve filmin reklamını her platformda, her davette itinayla yapmaları sayesinde, film bu yazın en çok beklenenleri arasına yerini altın harflerle yazdırdı. Filmin çekiminde kurulan platodaki her detayın birebir Barbie oyuncaklarının evindeki detaylara benzetilmesi ve filmin içerisinde Barbie’yi oynayan Margot Robbie’nin çocukların bebeklerle oynadığı şekilde hareket ettirilmesi filme olan merakımızı da arşa çıkardı elbette. Filmle ilgili öngörüm ise şu, bu film ya tam bir rezalet olacak ve IMDB puanı olarak, ayıp olmasın diye 5 veya 6 alacak, ya da gerçekten beklenenin üzerinde bir film olarak sinema tarihinde önemli bir yer edinecek. Beklentimin yüksek olduğunu belirterek bu yazın ikinci ses getirecek filmine geçiyorum, ‘Oppenheimer’.
Bir Christopher Nolan filmi olan Oppenheimer nasıl merakla beklenmez? Nolan’ın filmlerinin aşığı olduğumu bu cümlelerimde çok da fazla vurgulamak istemem, ancak övgülerimi sıralamadan da geçemem. Özellikle Intersteller (Yıldızlararası) filmine aşık bir izleyici olarak, ki Kara Şövalye’yi unuttum sanmayın, Nolan’ın bu filmine olan beklentim inanılmaz yüksek. Vizyona girdiği gün izlemeyi düşündüğüm nadir filmlerden biri olan yapıt ki, bir diğeri de elbette ‘Kuru Otlar Üzerine’, oyuncu kadrosunun da güçlü olmasından dolayı büyük merak uyandırıyor. Zaten bir filmde Cillian Murphy varsa ben bu filmi nasıl merak etmem. 
Film Amerikalı fizikçi Julius Robert Oppenheimer'ın hayatını ele alıyor. Filmde Julius Robert Oppenheimer’ın, İkinci Dünya Savaşı sırasında atom bombasının geliştirilme sürecindeki rolü gözler önüne seriliyor. İzlediğim bazı sinema eleştirisi yapan kanallardan aldığım duyumlara göre ise film, test gösterimlerine başladı. Filmi izleyenler bu filmin bir korku filmi olduğunu iddia etti. Öyle normal canavarlı bir korku filminden bahsetmiyor olsalar da, buradaki ana fikir, bir insanın neler yapabileceğini görmenin verdiği korku hissi aslında. Yine aldığım bir duyuma göre ise Nolan’ın filmi klasik dijital olmayan filmlerin çekildiği gibi 35 mm film boyutuyla çekmediği. Nolan, Kodak’a “bana siyah beyaz film lazım” diyerek aldığı Imax 70 mm filmler ile, filmin siyah beyaz bölümlerini çekti. Bu da Nolan’ın filmleri çekerken denediği ilginç metodlardan biri olarak aklımızda yer etmiş oldu. Ayrıca Nolan, filmde patlamaların olduğu sahnelerde gerçekleşmesi gerken olayları ve patlamaları yine risk alarak gerçekten çekti. Yani filmde buna dair hiçbir görsel efekt kullanımı yapılmadı. Bu da filme olan merakı elbette artırdı. Bu iki filmi de 21 Temmuz’dan itibaren sinemalarda izleyebileceğiz.
Sonuç olarak bu yaz, en azından bir nebze de olsa, sinemaların kapısından girmek için bir sebebimiz olacak. Fiyatlar elbette yine yüksek, ancak böyle güzel filmler için bu fiyatı vermeye ben razıyım. Sinemayı özledim, sinema ruhunun yeniden canlanmasını büyük bir umutla bekliyorum. Bu yaz salonlarda görüşmek üzere, iyi seyirler..