1917 Devrimi sürecinde Sovyetler Birliği'nin kuruluşuna dek geçen süreçte Komünist Parti, kapsayıcı politikaların izlendiği, partiye girişin kolay tutulduğu şartlarda hayata geçirilmiştir. CHP'nin öncülü olan Halk Fırkası'nın kuruluşunu 1921'de Sivas Kongresi'nde dayandırdığımızda benzer özellikler taşıyarak, yalnızca İnkılapçı bir kadroya değil, henüz padişahçılığı savunanların da yer aldığı bir oluşum olduğunu görebiliriz. Oral Sander tarafından kaleme alınan Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin Sosyal Kompozisyonu başlıklı yazıda da görüleceği üzere, bir ülkenin kuruluşunu sağlayacak oluşumun keskin hatlardan uzak ve kapsayıcı nitelikte olduğu söylenebilir. Halk Fırkası ve Komünist Parti arasındaki bu paralellik esas anlamında bir yakınlık taşımasa da dönemin konjonktürü ele alındığında usulen benzer adledilebilir. Öte yandan, Hasan Yapıcı tarafından yazılan 'Dünya’da Konjonktürel Değişimler ve CHP: 3. ve 7. Kurultayların Türkiye’ye Yansımalar' başlıklı makalede sözü edilen ibr gelişme, aynı zamanda benzer dağılış aşamalarından geçen Çarlık Rusyası ve Osmanlı Devleti'nin kurtuluşunda rol oynayan iki partinin yine benzer amaçları ilke edindikleri yönünde bize fikir vermektedir: "06.12.1922 tarihinde Mustafa Kemal Paşa gazetelere verdiği demeçte barışın sağlanmasının akabinde bir Halk Fırkası kurulacağını belirtmiştir"

1917 Ekim Devrimi'ne meşru bir zemin hazırlayan süreç, 1922'de başlatılan Büyük Taaruz'u siyasi başarıyla taçlandıran Cumhuriyet'i de aynı nispette değerli kılar. Kimileri, eylemler sonucu Mustafa Kemal'i komünizm düşmanı olmakla suçlasa da, bu konuda hüküm belirtmek ancak ideolojik dar çerçevede mümkün olur, kültürel seviyesi iki farklı halkın proleter diktatörlük ile burjuva diktatörlüğü arasında seçim yapma şansı ve birikimi elbette yoktur. Hoş, yaşanan süreçleri ele aldığımızda parti büroksasisinin sosyalizmin önüne geçtiğini, isyan çıkartan halklara yapılan kültür faşizminin doruklara çıktığını düşünürsek iki yönetim biçimi de eninde sonunda aynı sonuca ulaşmak adına aynı sert önlemleri almıştır. İsmen; ulus devlet ya da sosyalist devlet kavramları birbirine uzak olsa da komşu coğrafyalarda kültür düzeyinin beklenen seviyeye getirilmemesi sonucu emeline ulaşamayıp baskılanmaya çalışan zihniyetin kriptolaşarak zamanla kuvvetlenmesini engelleyemediğinde karşı devrimle alaşağı edilmesine dek uzanır. 

1923 yılında Cumhuriyet kurulmadan hemen önce Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan yurt gezilerinde hem kurulacak Cumhuriyet'in ön çalışması yapılmış hem de Paşa, halka partiyi anlatarak daha önce bu topraklarda gerçekleştirilmeyen, halkın gerçekten temsil edileceği, yönetime dahil edileceği bir düzeni dile getirmiştir. Bunların ardından açıklanan 9 Umde, aslında partinin temel hatlarını belirlemiştir. 9 Umde'nin en büyük özelliği, Sivas Kongresi'nde alınan kararlara paralel olarak artık gerçekten kurulacak Cumhuriyet'in tam bağımsızlık dışında bir gayesinin olmadığını kamuoyuna açıkça göstermektir. Dönemin önemli düşünür ve yazarlarının bazılarında peydah olan mandacılık fikri, benzer kadere sahip halklarda karşılık bulduğu için Anadolu'nun da giydiği ateşten gömleği üstünden atabilmesi için başka bir emperyal devletin himayesine olarak ilerlemesi daha kolay adledilmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarının kanaat önderlerinin bazılarının desteğini kaybedeceğini bile bile 9 Umde'yi açıklamak, dönemin şartları ele alındığında büyük bir cesaret örneğidir. Aç parantez, benzer bir cesareti gösteremeyen liderleri olduğu için oy oranı asla tek başına iktidar olmaya yetmeyen CHP'nin artık birinci parti çıkması fikri bir ideadan öteye gidemeyecektir, istersen kapa parantez...

1924 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası adını alan partinin kurultayları da bir lider seçmekten ziyade, yönetilen halka hesap verme biçimidir. Hakan Uzun tarafından yazılan 'Tek parti döneminde yapılan Cumhuriyet Halk Partisi kongreleri temelinde değişmez genel başkanlık, Kemalizm ve Milli Şef kavramları' isimli makalede, "CHP’de “Değişmez Genel Başkanlık” kavramı ilk kez CHF’nin 1927 yılı
Büyük Kongresi’nde dile getirilmiştir" ifadeleri yer alır. Komünist Parti'den farklı olarak 'Sekreterlik' kavramının yer almayışını da tescilleyen bu anlayış, Mustafa Kemal'in Sovyetleri ne denli yakından takip ettiğinin de bir göstergesidir. Burada o günlere tekrar dönersek, 1924'de vefat eden Lenin'in yerine Stalin'in geçmesinin ardından başlayan baskıcı dönem ve Troçki'ye yapılan siyasi baskı Türkiye'yi de yakından ilgilendiriyordu. Elbette 1920'lerin başında, Misak-ı Milli sınırları içinde kalan ve Ermenilerin çokça yaşadığı bölge için Sovyetlerden gelen 'halkların kendi kaderini tayin etme hakkı' baskısının neden olduğu fikri de ele alınsa bile benzer hakkı Sovyetlerin de vermeyişi, dönemin konjonktürü düşünüldüğünde bir sonuca ulaşmak isteyen devletlerin bazı konularda tasarrufta bulunmasıyla neticelenmiştir ancak 1924'e kadar da Lenin ile Mustafa Kemal'in temsilciler yoluyla iletişim halinde kaldıkları dile getirilmiştir. Hatta 1922'de Dost Lenin'e diyerek bitirdiği bir mektup yazan Mustafa Kemal, emperyalist ülkelere karşı verilen mücadelenin birlikteliğinden bahseder. Ancak mektupta görevlendirildiği belirtilen isimlerden birinin Dr. Rıza Nur olması, Rıza Nur'un 1926'da kaleme aldığı yazılarda Mustafa Kemal'e küfür etmesi hadisesi düşünüldüğünde, Dr. Rıza Nur'un o dönem eylemlerini farklı açıdan değerlendirmemiz gerektiğini gözler önüne serer. Stalin ve Troçki ilişkisine dönersek, Mustafa Kemal ve Stalin'in hiç yüz yüze görüşmemiş olması, bizi Mustafa Kemal'in Komünist Parti paralleliğinden çıkması gerektiğini düşündüğü yönüne iter. Bunların sonucunda da Stalin'e muhalifliği sebebiyle Sovyetlerden sürgün edilen Troçki'nin 1929 yılında Mustafa Kemal tarafından İstanbul'a davet edilmesi, burada bir süre kalması da benzer çıkarımı yapmamıza sebep olur. 

1927 yılındaki 2. Kurultay'da Mustafa Kemal'in 7 saate yakın sürede söylediği Nutuk'u, henüz kurulalı 4 yıl olmuş Cumhuriyet'in halk nezdinde meşru bir zemine oturtulması adına müthiş önemli bir gelişmedir. Söylevin ardından Milli Mücadele döneminde alınan borçların, yapılan harcamaların kalem kalem açıklanarak hesabının verilmesi, Mustafa Kemal'in tüm gayrimenkullerini bağışlaması da aynı zamanda liderlik kavramını Anadolu'da yeni bir forma sokma çabasıdır. 

Atatürk'ün CHP'si sadece liderlik üzerinden sorgulamanın yapılmadığı tek adam partisi olmaktan ziyade hesap verebilirliği daha önde tutulan bir anlayışa sahiptir. Bürokrasisi sayesinde parti içi otokrasinin olduğu bir yer değildir. 1966'da gerçekleştirilen kurultaya kadar pek çok değişimin olduğu CHP, yarınki yazıda...