Tarım, dolayısıyla tarımsal üretim, yaşamımızın ana kaynağı, yaşamımızı idame ettirmemizin vazgeçilmezi. Topraklarımız ve evren, biz ve bizimle birlikte tüm canlıların evi. 

Evrende yaşayan, evreni kullanan insanlık olarak, kısa vadeli günlük çıkarlarımız için hoyratça kullanmamız sonucu yarattığımız, ana nedeni olduğumuz küresel ısınma ve bunun sonucu oluşan iklim değişikliği ve bire bir yaşamakta olduğumuz küresel iklim krizi; doğal yaşamı, hem Türkiye olarak ülke bazında bizi, hem de evrensel olarak tüm ülkeleri etkilemeye devam ediyor. Ancak bütün bunlara karşın modern toplumun bireyleri olarak bizler, doğayla, diğer canlılarla ve öteki insanlarla bir arada yaşamanın model ve sentezlerini aramaya da devam ediyoruz.

Anadolu’da, kültürel mirasın durumunu ve yeniden kullanım olanaklarını inceleyen araştırmaları dikkatle incelediğimizde elde ettiğimiz sonuç, yeryüzünde insanın doğayla birlikte doğanın sanki bir parçasıymışcasına davrandığı, ancak aynı zamanda yaşamsal gereksinimlerini ürettiği ortam ve alanları görüyoruz. Bu üretim biçimi Anadolu’da, Afrika’da, hatta Güney Amerika’da ve dünyanın her yerinde var. Biz, üretimimizi şu anda tapulu alanlarımızın çizdiği sınırlara göre, bireysel ya da aile ölçekli mülkiyetlere dayalı şekilde yapmaktayız. Bu mevcut durumla kadim üretim havzaları arasındaki fark ise, üretim için bir sınırın olmaması, doğanın kendi sınırları içinde yapılması.

Havza bazlı tarımda üretim, bir köy, bir mahalle ya da bir topluluk tarafından kolektif bir biçimde yapılıyor, ihtiyacı olan gıdayı üretiyor, doğadaki diğer canlılarla birlikte oranın sahibiymişçesine değil de, o ortamdaki herhangi bir canlı gibi, bir ağaç gibi, bir kuş gibi davranarak yaşamını sürdürüyor.

Araştırmanın sonuçlarından elde edilen verileri incelemeyi sürdürdüğümüzde ise modern tarımda, var olan bütün bitki örtüsünü yok edip yalnızca kendi üretmeye çalıştığımız bitki türünü orada yetiştirmeye yönelik bir değişimin olduğunu, kadim üretim havzalarındaki değişimin ise küçük bir dokunuş gibi olduğunu, öteki canlılar ne kadar değiştirdiyse, insanın da o kadar değiştirdiğini görüyoruz. 

Bütün bu araştırma ve incelemeleri sürdürdükten sonra şunu söylememiz mümkün: “Daha adil, daha sürdürülebilir bir tarım ve gıda üretim sistemi mümkün.”

Dünyamızın içinde bulunduğu savaşlar, çatışmalar, göçler ve iklim değişikliği sonucu insanlık olarak kendi elimizle oluşturduğumuz iklim krizinin, her geçen gün daha da yoğun şekilde yaşayarak hissettiğimiz etkileri, 3 yıl gibi bir süre devam eden bir süreçte, yaşamımızda olumsuz yaralar açan, derin izler bırakan, 15 Mart 2020’de yaşanan ilk ölümle varlığını hissettiğimiz Covid-19 salgını, ulusal ve küresel düzeyde farklı boyutlarla yaşanmakta olan ekonomik krizler sonucu gıdaya erişimde artarak yaşadığımız sıkıntılar ve eşitsizliklerin, adaletsizliklerin insanlığın önüne bir mucize gibi sunulan küreselleşmeden kaynaklandığı, yaşadığımız krizlerin de hızla küreselleşmesine neden olduğu, şu anda dünyada açlıkla karşı karşıya kalan, açlıkla boğuşmak zorunda 800 milyona yakın insan olduğu gerçeğini ortaya çıkartmış, bu acı ve yadsınamaz defakto durumu suratımıza bir tokat gibi çarpmıştır. 

Altı kalın çizgilerle çizilmesi gereken asıl gerçek budur.

Onlarca Kadim kültürün, onlarca kadim medeniyetin üst üste yeşerdiği, üst üste yaşadığı, gidenin yeni gelene derin izler ve yaşanmışlıklar sonucu elde edilen tecrübeler bıraktığı Anadolu topraklarının kadim kültürü tarım. 

Dün olduğu gibi bugün de yaşam anlamında vazgeçilmezimiz tarım ve tarımsal üretim, artık gerçek anlamda bir beka meselesi bizim için.