98 yılının şubat ayıydı. Okulun ikinci dönemi henüz başlamıştı. Ben 15 yaşındaydım. Çocukluğumun ilk döneminin en önemli insanlarından olan sevgili kuzenimin kaza haberi gelmişti. Apar topar Söke'ye gitmiştik. Aslında çoktan ölmüş olan kuzenimin cenazesine yetişmeye çalışıyormuşuz, bilmiyordum. Daha 13 yaşındaydı. Güvenlik donanımı yeterli olmayan bir minibüs, sıkış tepiş yolcu alan şoför, bunu denetlemeyen kamu otoritesi, yasalar, hep nazik olan kuzenimin yine nazikçe davranarak bir yaşlıya yer verip kapıya yanaşması ve kapının açılmasıyla hepsi bir araya gelmiş, kaza zinciri tamamlanmıştı. Ben ölümle ilk kez tanışıyordum. O günkü hislerimi düşününce, kesinlikle bir reddediş vardı. Sanki bir yerlerden çıkıp gelecek gibiydi. Odalara bakıp aradığımı hatırlıyorum, ne tuhaf… Sonra yavaş yavaş herkesin söylediği o boşluk oluşmaya başladı. Aklımda, düşüncelerimde koca bir boşluk... Oyunlarımın, şakalarımın, çocukluğumun bir parçası  gitmişti. Artık o oyunlar, o avlu eksikti ve tatsızdı. Üzerinden yıllar geçse de o boşluk hep aynı yerde duruyor. Çocukluğuma her uzandığımda karşılaştığım boşluk. İsveçli psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross 1969 yılında yayınladığı "Ölüm ve ölmek üzerine" isimli kitabında, yasın beş evresi olduğundan bahsediyor. İnsanın, ölüm veya ayrılık gibi üzücü bir olay ile karşılaştığında yas durumuna geçtiğini, farkında olmadığında bile yasın beş evresini kendi kendine yaşadığını, iyileşmeye çalıştığını anlatıyor. Bu evrelerin sırasıyla inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve ardından kabulleniş olduğunu söylüyor. Depremin üzerinden günler geçti. Bu ülkenin insanları olarak binlerce kaybı ve ölümü şokun etkisiyle inkâr etmeye çalıştık. Bazen kendimizle konuştuk, bazen yakınımızdakilerle, bazen de dokunamadığımız sevdiklerimizle… İsyan ettik. Bu olmuş olamaz, acaba kâbus mu görüyoruz? Nasıl bizim başımıza gelebilir? Bu çağda bunlar yaşanmış olamaz ve koca şehirler ölemez... İnsanlık tarihinde çok sık görülmeyen yıkımlarla karşılaştık. Çoğumuz inkâr ve şok dönemini bu şekilde geçirdik. Şimdi sıra öfke dönemine geldi. Hepimiz doğal ve haklı olarak öfkemizi yönlendireceğimiz suçlular arıyoruz. Çünkü önlenebileceğini biliyoruz. Ve insan hayatının değersizliğini görüyor, insanın insana yaptığı kötülüğü hepimiz yaşıyoruz. Bu da öfkemizi çoğaltıyor. Siyasetçilere, yerel yöneticilere, inşaat firmalarına ve biraz da kendimize kızgınız. Liyakatsizliğe, insan kayırmacılığına, bilim tanımazlığa ve ahlaksızlığa öfkeliyiz. Toplumsal olunca öfkenin etkisi ve etkileşimi de büyüyor. Yüzlercesi hapse girse içimiz soğur mu? Sanmam, yetmez. Deprem öyle derin yarıklar oluşturdu ki toplumda, başka türlü soğumaya ihtiyacımız var. Söylemesi zor biliyorum ama toplumsal yüzleşmeyi yaşamalı ve dönüşümü gerçekleştirmeye başlamalıyız. Toplumsal normlarımızı gözden geçirmeli, övündüğümüz değerlerimizi çoğaltmalıyız. Bir yas dönemi ancak böyle anlamlı hale gelir gibi hissediyorum, hatalarımızı  kabul ettiğimiz, aklımızdan ahlakı ve bilimi hiç çıkartmadan dönüşerek bir yas tutabilir, kayıplarımıza  gerçek vedayı ancak böyle yapabiliriz. Aksi halde insanlığımızın enkaz altından hiç çıkamayacağını düşünüyorum.