Halikarnas Balıkçısı diye anılan Cevat Şakir Kabaağaçlı, bir turizm ve doğa uzmanıydı ama yazarlık yanı hep ağır bastı. Sayısız kitap kaleme aldı ve hepsi de adeta kapışıldı.

Yaşadığı yılların çok popüler isimlerinden biriydi.

Öz babasını öldürdüğü için sürgün olarak gönderildiği Bodrum’u Bodrum yapan odur. Kültürpark’ın botanik danışmanı da odur ve pek çok ağacı o dikmiştir.

Böyle bir adamın ahir ömrünü biraz rahat geçirmesi gerekmez mi?

Özellikle ekonomik açıdan.

Ama Balıkçı öyle değildi.

Son yıllarında Hatay semtindeki evinde ciddi bir ekonomik sıkıntı yaşıyordu.

Şadan Gökovalı, onun manevi evladıydı. Öz çocuğundan daha çok severdi. Keza Azra Erhat’ı…

Şadan, o yıllarda çalıştığım Ege Ekspres’in daha önceleri muhabirliğini yapmış çok değerli bir gazeteci. “Balıkçı’ya yardım edelim” dedi. Evine gittik. ‘Ne yapabiliriz’i sorduk. Elinde hiç yayınlanmamış yazıları vardı. Onları aldık ve her hafta düzenli olarak yayınladık. 

Gazete, 1971 yılında sahip değiştirince, aksamalar oldu ve yayınlayamaz hale geldik. Şadan da, ben de çok üzülmüştük. Dünyaya mal olmuş bir yazarın bu halini içimize sindiremiyorduk.

Gazetenin ortaklığını sürdüren Nihad Kürşad, bu para akışını bir süre devam ettirdi ama sonu gelmedi. Balıkçı da 1973 yılında aramızdan ayrıldı.

Yaşadık, gördük ve öğrendik ki, bu ülkede böyle adamların ekonomik alanda rahat yaşaması mümkün değil. 

Hangi yüzle!

Adam hukukçu. Hasbelkader bir ilçeye parti başkanı olmuş.

Partisi iktidarda ya; fiyakası binbeşyüz.

“Cezaevini ben kaldırdım, hastaneyi ben yaptım, şunu ben yaptım, bunu ben yaptım” diye diye kasıldı durdu yıllarca.

Milleti inandırdığına emin olduğu gün de seçkin bir kurumun büfesine talip oldu. “Ben işleteceğim” dedi.

Kurumun tepesindeki isim dişli çıktı, “Vermem, her şey yasalara uygun olacak” dedi, vermedi.

Kıyamet koptu, kumpaslar kuruldu ve sonunda olup bitenleri, beyefendinin üstündekiler duyunca, “İstifa et. Senin de partimizin de adı lekelenmesin” dedi. Direndi ama başaramayınca istifa etmek zorunda kaldı.

Sonra hiçbir şey yokmuş gibi belediye başkanlığına adaylığını açıkladı. Aynı sloganları yine kullanarak:

“Cezaevini ben yıktım, hastaneyi ben yaptım.”

Yaşadığı kentin ahalisi “Hadi oradan” dese de o belli ki bir rüya görmüş, yoluna devam ediyor.

DİPNOT: Bu gelişmelerden sonra muhteremin taraftarlarının, parti binasını bir gece basıp ne var yok, alıp götürmeleri de ayrı bir konu.

Yazıya “Hangi yüzle” başlığı bu haklı nedenlerle açılmıştır, bilinmesinde fayda var.

Kapıda bekletme

Sonradan görme bürokratların huyudur:

Konuğu çok önemli biri değilse kapıda bekletirler. Bu, önem derecesi düştükçe uzar, ama çok ama çok önemli biri gelmişse böyle bir uygulama rafa kaldırılır.

Böylelerini çok gördüğüm için bilirim. Onların bu kibirleri;   sonuçta sadece onlara zarar vermiştir. İşgal ettikleri koltuklardaki ömürleri inadına hep kısa olur.

1960’lı yıllardan başlayarak 34 yıl aynı kurumda görev yapan İzmir SSK Bölge Müdürü rahmetli Nedret Ulusu’yu bugün gibi hatırlarım. 40 çeşit iktidar, geldi geçti, Ulusu, hep o koltukta kaldı. Çünkü makam odasının kapısı hep açıktı. Makam otosu tahsis ettiler, kabul etmedi, evinden işine, işinden evine otobüsle gidip geldi. Sicilinde ‘kapıda bekletme’ diye bir şey yoktu. 

Dileriz, bugünkülere örnek olur.

İnsani yardımda en cömert ülkeymişiz. Sormadan geçilmez. Peki bu cömert ülke kendi yurttaşına neden bu kadar cimri?

***

Eskiden insanlar rol modelleri örnek alırdı, şimdiyse trol modelleri!

***

Diyojen'e öykünüp ''Laga luga etme. Başka ihsan istemem senden'' diyorum!

***

Hayat kırkından sonra değil, her şeyin farkında olduktan sonra başlar!

***

Benden kimse elektrik alamıyor. Borcunu ödemediğimden elektrikler kesik!